Duran Kalkan: Almanya’nın 17. Eyaleti Türkiye

PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan Türk-Alman ilişkilerini ve Almanya’nın PKK-Kürt politikasını değerlendirdi.

HABER MERKEZI – Almanya’nın PKK yasağı çeyrek asırı tamamladı. Neredeyse her yıl PKK yasağını güncelleyen ya da genişleten Alman İçişleri Bakanlığı geçtiğimiz hafta bir kez daha Kürt kurumlarına keyfi baskınlar düzenledi.

Aslında son 30 yıldır Türk özel savaş devletinin en büyük destekçisi konumunda olan Almanya’nın 1980’lerin başından itibaren Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımı ‘provokatif’ ve ’tasfiyeci’ olmuştur. 1988’den 1994 yılına kadar Alman zindanlarında rehin olarak tutulan PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan Türk-Alman ilişkilerini ve Almanya’nın PKK-Kürt politikasını değerlendirdi.

Türkiye’yi Almanya’nın bir eyaleti olarak değerlendiren Kalkan, 1993’te ilan edilen PKK yasağının nasıl getirildiği hakkında ilk kez önemli bilgiler paylaştı. Düsseldorf davası sürecinde Alman savcıların kendilerine ne tür tekliflerde bulunduklarını, pazarlıkların nasıl yapıldığını açıklayan Kalkan ile söyleşimizin ilk bölümünde bu soruların yanıtlarını aradık.

1980’li yılların sonunda “Düsseldorf Davası” kapsamında tutuklanan siyasetçilerden biri de sizdiniz. Alman devleti başından beri Özgürlük Hareketine karşı düşmanca bir tutum geliştirdi. Neden? 

Bu 19. yüzyılın son çeyreğinde Berlin-Bağdat demiryolu hattının inşasıyla başlayan ilişki sürecinden itibaren böyledir. Nasıl ki, Osmanlı merkezi yapısı 19. yüzyılda, 20. yüzyılda Kürdistan’daki beylikleri yerel yönetimleri otoriteleri hep bölücü olarak görmüşse, kendisine zarar verici saymışsa, aynı biçimde Alman sermayesi ve devlet siyaseti de bu beylikleri yerel yönetimleri hep bölücü kendi çıkarına aykırı zarar verici olarak görmüş ve değerlendirmiştir. Ona düşmanca bir yaklaşım göstermişlerdir.

Söz konusu mahkemelerdeki tartışmalar sürecinde, bu durumu çok daha eskilere, binli yıllara kadar da götürmeye, oralardan inceleyerek söz konusu durumu, politik durumu tarihsel ilişkilere dayandırmaya çalıştık. Haçlı Seferlerinden alıp bu güne kadar getiren bir analizimiz, değerlendirme gücümüz oldu. Daha çok esas olan 19. yüzyılın son çeyreğinde gelişen ilişkiler oldu ki, aslında Osmanlı merkezi otoritesinin Kürdistan’ı yeniden işgale yönelimi ardından yaşadığı zorlanmada, Alman imparatorluğunun oluşumunu bir dayanak olarak görmesi, Türk-Alman ilişkilerini Kürt karşıtı bir pozisyonda kurulup geliştirilmesine yol açmıştır. Bu TC oluşumu ve Hitler Almanyası arasındaki ilişkilerde de böyle oldu. Ardından 2. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO kapsamında her iki devlet arasında kurulan ilişkiler çerçevesinde de bu biçimde olmaya devam etti.

Türkiye’yi, Alman hükümeti kendisi yönetiyor görüyor. Almanya’nın her alanında nasıl etkinse, Türkiye’yi de sanki bir eyaleti gibi değerlendiriyor. Almanya kaç eyaletten oluşuyorsa onlara Türkiye’yi de ekleyebilirsiniz. Alman yönetimine göre Türkiye’nin Almanya karşısındaki duruşu böyle bir eyalet olma duruşudur.

Diğer yandan Türk işçilerinin Almanya’ya gidişi, toplumların biraz bu temelde de iç içe geçmesi, bu durumu daha da çok geliştirdi. Hem siyasi-askeri stratejik ilişki nedenleri, hem de ekonomik nedenlerinin üzerine yeni bir etken olarak eklendi.

NATO’nun Türkiye masası Almanya’da mı?

12 Eylül faşist askeri darbesinin olduğu 1980’ler sürecinde biz şu gerçeği de yaşayarak gürdük ki, aslında NATO’nun Türkiye masası Almanya’dadır. Evet, NATO merkezi Brüksel’de, NATO sistemi oradan koordine ediliyor, yönetiliyor, ama bir NATO’nun Türkiye masası var, bu masa da Almanya’dadır.

Herhalde Türk-Alman ilişkilerine dayanarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’nın ve Türkiye’nin Marşal Planı ve Truman Doktrini çerçevesindeki yeniden yapılandırılmaları kapsamında NATO’nun Türkiye masası, NATO yönetimi tarafından Almanya’da oluşturulmuş bulunuyor. Söz konusu ekonomik ve stratejik ilişkilere dayanarak daha etkili yönetileceği düşünülerek, NATO’nun Türkiye yönetimi Almanya’ya yerleştiriliyor.

Dolayısıyla 12 Eylül askeri faşist darbesini yapan yönetimin karargahı ve merkezi Almanya’daydı. 12 Eylül yönetimi Ankara’dan değil, Almanya’dan yönetildi. PKK’nin mücadelesine, gerilla hazırlıklarına karşı herkesten önce Almanya saldırdı. Provokatif, tasfiyeci, yıkıcı, bölücü eğilimlere güç ve destek verdi. Bir sürü ajan oluşturmaya, onları PKK’nin üzerine salmaya çalıştı.

15 Ağustos Gerilla Atılımından sonra, gerillaya karşı savaşı yürüten karargah, Ankara’dan çok Almanya’da işlerlik kazandı. Böyle olunca düşmanlıktan öteye, Almanya, Kürdü inkar eden ve imha etmek isteyen zihniyet ve siyasetin üretildiği ve uygulanmaya konduğu merkez oluyor. Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı sadece düşmanlık yapmıyor. Bu hareketin yenilgiye uğraması, ezilmesi için gerekli strateji ve taktikleri oluşturan ve uygulamaya koyan yönetim merkezi oluyor. Yani PKK’ye karşı savaş son yıllara kadar esas itibariyle Almanya üzerinden örgütleniyor, planlanıyor, yönetiliyor, koordine ediliyordu.

Son zamanlarda bunun biraz değiştiği söyleniyor. NATO karargahının Fransa’ya kaydığı yönünde bilgiler var. Başka alanlara kaydığı yönünde bilgiler var, ama onun ne kadar gerçekleştiğini bilemiyoruz, fakat güncel duruma bakıldığında çok fazla öyle gözükmüyor. Belki eskisi kadar öne çıkmıyor, ama bütün Avrupa ve NATO sistemi içerisinde –ilişkileri ne kadar bozuk olursa olsun- Türk-Alman ilişkilerinin her zaman gizli ya da açık ileri bir düzeyde seyrettiğini görüyoruz.

 

Almanya Kürdistan’da ne yapmaya çalışıyor? Daha doğrusu bir Kürt politikası var mı? 

Üzerinde en çok durulması, düşünülmesi, araştırılması, tartışılması gereken bir konu ve soru oluyor. Almanya’nın gerçekten nasıl bir Kürt politikası var? Kürt politikası var mı, yok mu? Daha doğrusu Almanya, Kürt varlığını kabul ediyor mu, etmiyor mu? Kürleri bir halk bir ulus olarak görüyor mu, görmüyor mu? Bir halk olarak görüyorsa bile başka halkların sahip olduğu demokratik siyasi hakların, Kürtler tarafından da sahip olunması gerektiğini kabul ediyor mu, etmiyor mu? Bütün bunlar müphemdir yani muğlaktır.

Almanya’daki çeşitli politikacılar herkesten çok insan haklarından söz ediyorlar. Yine Kürtlerden söz ediyorlar. Kürt konferansları Almanya’da da yapılıyor, oraya da katılıyorlar. ‘Kürtlerin hakları’ biçiminde kavramlar Almanya’da daha fazla kullanılabiliyor. Bu düzeyde Düsseldorf mahkemesinde hakim ve savcılarda da biz benzer yaklaşımlar gördük. Mesela mahkemeyi yürüten hakim “Biz de Kürtlerin, Kürt halkının varlığından yanayız, haklarını elde etmesinden yanayız, ama PKK terör örgütüdür karşıyız” diyordu.

Benim avukatım da şöyle bir formül vermişti: “Kürt = PKK = Apo.” Formül budur demişti. Bu formülü kabul etmeyenlerin Kürt varlığından ve haklarından söz etmesinin hiçbir pratik geçerliliği yoktur. Aslında onları söylerken, yargıç bizi şöyle bir şeye yöneltiyordu. O zaman Alman ve Türk hükümetlerinin politikaları biraz çelişkiliydi, Alman hükümeti Türkiye’den daha fazla ekonomik sömürü yapmak istiyordu. Sömürü yapacak anlaşmalar, ilişkilere ulaşmak istiyor, onun için Türk hükümetine baskı yapmaya çalışıyordu.

Düsseldorf mahkemesinin yargıcı “Almanya’yı eleştirmeyin, bununla bağlantılı olarak Alman-Türk ilişkilerini eleştirmeyin, ama Türkiye’deki yönetime faşist diyebilirsiniz, ne derseniz deyin iyidir” diyordu. Böyle bir duruma yönelterek, Türkiye’yi zorlayarak, Almanya’ya daha fazla muhtaç hale getirilmesi hedefleniyordu. Aslında bizi Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanıp, Türkiye yönetiminden daha fazla ekonomik, mali çıkar sağlayacak, tavizler koparma arayışındaydılar.

Almanya’nın Kürt varlığını tanıması, Kürt politikasını oluşturmasını bu çerçevede insan ele alabilir. Böyle bir yaklaşım Kürt halkının varlığını ve haklarını ne kadar kabul ediyor ise, Almanya’da o kadar Kürt varlığını ve haklarını kabul ediyor. Aslında gerçekte öyle bir şey yoktu. Her şey daha fazla sömürü için, Türkiye üzerinde daha fazla baskı uygulamak, Türkiye’den daha fazla taviz koparmak için yürütülüyor.

Kürt haklarını, varlığını kabul etme ve onu isteme gibi bir durumu yoktur. ‘Kürt varlığı ve demokratik hakları’ Türkiye’den daha fazla taviz koparabilmek, Türkiye üzerinde daha çok sömürü yapabilmek için Türkiye yönetimine ve toplumuna karşı bir koz olarak, tehdit aracı olarak kullanılıyor. Aslında ‘istediklerimizi kabul etmezseniz, bizde Kürtleri tahrik ederiz’ deniliyor. Türkiye hükümeti üzerinde baskı yürütülerek bu temelde korkutulup, ürkütülüp daha çok çıkar sağlayacak ilişkiler içerisine girilmesi sağlanmaya çalışılıyor. Almanya’nın yapmak istediği budur.

Almanya’nın Kürdistan’da yapmak istediği başka hiçbir şey yoktur. Kürdistan’ı sömürmek istiyor, Kürt varlığını ve Kürt halkının demokratik haklarını, kendisinin daha fazla sömürü yapması için kullanmak istiyor. Bunu Türk hükümetine karşı yapıyor, İran hükümetine karşı yapıyor. Kürdistan’ın için de yapıyor, Ortadoğu’daki başka güçlere karşı da yapıyor.

Peki PKK’ye bu kadar karşıt olurken, KDP ile niye iyi ilişkiler içerisine giriyor? 

Çünkü PKK, özgür Kürt iradesini temsil ediyor. PKK ile ilişki, PKK’yi kabul etmek, Kürdistan’da istendiği sömürüyü yapmaya izin vermiyor, fırsat vermiyor, onun önünü kapatıyor. Oysa KDP herhangi bir özgür iradeyi temsil eder durumda değildir. KDP ile ilişki kurdukça daha fazla Kürdistan’da istediğini yapar hale geliyor. Mevcut partinin, hükümetin herhangi bir iradesi yoktur. Tam tersine biraz ilişki kurulduğunda, istediğin kadar yağmala, sömür, talan et, çal, buna izin veriyor.

Bu bakımdan ‘şu suçlama bu suçlama’ denen şeyler hikaye oluyor. “Terörizm” kavramı bu anlamda boş ve anlamsız bir kavramdır. Aslında egemen devletçi düzenin karşıtlarını ucuzca suçlayıp mahkum etmekte uydurdukları, kullandıkları bir kavram oluyor. Öyle denerek muhalefet, karşıtlar bastırılmaya çalışılıyor. O tehditle aslında sömürü, ilişki, çıkar ilişkileri kuruluyor. “Terörizm ile mücadele” adı altında, birçok çıkar ilişkisi ve ittifakı ortaya çıkartılıyor. Yoksa öyle herhangi bir ‘terör, terörizm’ kavramı Avrupa’da yoktur. Terörizm tanımlaması ve ona karşıt olma yoktur. O anlamda da ‘şu güce karşı, şu ilkelere karşı’ diye bir şey yoktur. Sadece çıkar duruşu ve ilişki vardır. Kendi çıkarına hizmet eden her şeye ‘evet’ diyorlar. Orada ne olursa olsun, insan hakları ihlali olabilir, despotizm olabilir, diktatörlük olabilir, hatta faşizm bile olabilir. Buna rahatlıkla göz yumabiliyorlar. Ama kendi çıkarlarına karşıt oldu mu, en demokratik adil bir güç bile olsa ona düşmanca karşı çıkıyorlar. Ölçüleri budur. Avrupa kapitalizmine hakim olan temel ilke budur. Kapitalizmin temel ilkesi azami kârdır. Kâr için her şeyi yapmaktır. Kâr ilişkisi için yapamayacağı satamayacağı, ihlal edemeyeceği ilke kesinlikle yoktur.

O bakımdan aslında Almanya, Kürdistan’da öyle herhangi bir halk varlığını, demokratik hakları kabul eden bir konumda kesinlikle değildir. Kürt ve Kürdistan’dan söz etmesi, zenginlik kaynaklarını sömürebilmek içindir. Kendisine sömürü imkanı verenlerle iyi ilişki kurarken, onun önünü kapatanları ise ‘Terörist’ diyerek suçlamaya kadar gidiyor. Aynı şeyi Kürdistan ile ilişkili devletler karşısında izledikleri politikada da yapıyorlar.

Mevcut duruştan, tutumdan, söylemlerden yola çıkarak, Almanya’nın da gerçekten Kürtlerin varlığını tanıdığı, Kürt halkının demokratik haklarından yana olduğu, bunun için tutum geliştirdiğini sanmamak lazım. Alman sistemi içerisinde öyle bir şey kesinlikle yoktur. Alman sisteminde özgürlük ve demokrasi hareketlerine karşı bir yakınlık ve duyarlılık yoktur. Çıkar, sömürü ve kâr etme esastır. Onların ilkesi çıkarlarıdır, sömürüleridir, kârlarıdır. Ona bakıyorlar.

Bu noktada Kürtleri ise tarihsel olarak kendi karşıtları olarak görüyorlar. Alman İmparatorluğunun ve sermayesinin küresel yayılımı önünde engel olarak değerlendiriyorlar. Osmanlı ve TC merkezi yönetimleriyle bir ve müttefik oldukları için, her zaman Kürt varlığını ve Özgürlük Hareketini düşman olarak ele alıp değerlendiriyorlar. Zaman zaman Kürtlerden bahsetse de Kürt toplumunu, yurtseverlerini, demokratlarını aldatmaktan öteye herhangi bir anlamı ve değeri kesinlikle olmuyor.

1993’te, PKK’nin 15. Kuruluş yıl dönümüne bir gün kala ilan edilen PKK yasağı, nasıl bir dönemde ve hangi gelişmeler bağlamında ortaya çıktı? Amaç neydi? 

1993 Kasım ayında Alman hükümeti ve parlamentosu, PKK’yi suç örgütü sayarak yasaklama kararı aldı. PKK’nin 15. Kuruluş yıl dönümüne bir gün kala olmuşsa, acaba yıl dönümüne verilen bir cevap mı oldu, diye değerlendirilebilir. Böyle bir yaklaşım da göstermiş de olabilirler, ama süreci sıcağı sıcağına yaşayan birisi olarak o tür şeylere çok ihtimal vermiyorum.

Alman hükümeti, 1993 Kasım ayında PKK’yi suç örgütü sayıp yasaklama kararı alırken, kuruluş yıldönümüne bakmadı. Düsseldorf’ta süren mahkemeye baktı. Aslında mahkeme çıkmaza girmişti, yürütemiyorlardı, sonuçlandıramıyorlardı. Tutukluluk 6 yılı bulmuştu, 6 yıldır tuttukları insanlara herhangi suç kanıtlayamıyorlar ceza veremiyorlardı. Mahkeme 4 yıl uzamıştı, sonuca götüremiyorlardı. Mahkeme, Alman devletinin yüzüne gözüne bulaşmıştı. Üzerinde bir yük haline gelmişti.

Büyük yatırımlarla, propagandayla başlatılan yargılamalar, Alman politikasının ve Almanya’nın Kürt politikasının teşhir olmasına, anti-demokratik yüzünün ortaya çıkmasına yol açmıştı ki, devlet bundan nasıl kurtulacak, 6 yıldır tuttuğu insanlara nasıl ceza verip mahkemeyi bitirecek, şiddetle onun arayışı içerisine girmişti. Bu konuda en çok telaşlı olan güçler, Düsseldorf mahkemesini yürüten hakimler ve savcılardı.

Hükümet böyle bir karar almadan önce mahkemede neler yaşandı?

Kimse bunları bilmiyor. Şimdiye kadar da bize kimse sormadı ve çok fazla olup bitenleri izah ve ifade etmek durumunda kalmadık. Ama şimdi yeri geldiği için söyleyebiliriz. Hükümet kararıyla yasak ilan etmeden önce hakim ve savcılara bizlerle anlaşarak davayı bitirip Almanya’yı bu davadan kurtaracak bir sonuca ulaştırma talebinde bulunulmuştu. Bunun üzerine avukatlarımızdan, hakimler ve savcılar bizimle oturup görüşme talep ettiklerini ilettiler. Bizde yani davanın sanıkları olarak ‘olabilir’ dedik. Zaten mahkemede tartışıyoruz, mahkeme dışında da tartışabiliriz dedik. Bir gün tutulduğumuz hücrelerde avukatlarımız da yanımızda olmak üzere dava hakimleriyle bir pazarlık toplantısı yaptık.

Pazarlık konusu şöyleydi: “Biz davayı sonuçlandırmak istiyoruz. Artık bu böyle sürmez. 6 yıldır tutuklusunuz. Almanya kendisini suçlayıp sizi affettirmez, cezasız bırakmaz, beraat ettirmez. Onun için mutlaka ceza almanız gerekiyor. Ceza için de suç gerekiyor. Aslında ceza alsanız, suçu kabul etseniz hemen çıkacak durumdasınız. Zaten alabileceğiniz suçun cezası kadar hapishanede yatmışsınız. Daha fazla kalmanız zorlayıcı oluyor” dediler. Biz “Talebiniz nedir? Bunu somutlaştırın” dedik. Alman demokrasisinin bay yargıçları bizden şunu istediler; “Suçu kabul edin, mahkemede biz bunu kabul ediyoruz diye itiraf edin, biz de o suçtan dolayı size ceza verelim, ondan sonra da tahliye edelim. Siz ceza almış olursunuz, biz mahkemeyi bitirmiş oluruz. Alman devleti size ceza vermiş olur, onurunu kurtarır sizde hapisten çıkmış olursunuz, cezaevinden kurtulursunuz, gelin böyle uzlaşalım” dediler. Bize bu teklifi getirdiler. Gizli yerlerde biz bu pazarlıkları yaptık.

Bu teklifi nasıl karşıladınız?

Böyle bir durumla karşılaşınca şaşırdık kaldık. “İyi de suçsuzken niye suç kabul edelim? Zaten yatacağımız kadar cezaevinde yatmışız, hiç hapiste yatmadan böyle bir şey teklif edilseydi, tamamdı, ama zaten biz cezaevinde 6 yıl yatmışız, sadece çıkma karşılığında bizden suç kabul etmemiz isteniyor. Siz mahkemeyi bitiriyorsunuz. Alman devleti onurunu kurtarıyor. Biz ne yapıyoruz! Bizim kazancımız nedir? Cezaevinden çıkıyoruz. 6 senedir yatmışız, 6 yıl daha yatarız” dedik. Tutum koyduk ve tekliflerini reddettik. Onun üzerine hakim ve savcılar şaşkına döndüler ve bu durumu hükümete götürdüler.

Hukuki olarak bize ceza veremeyen mahkeme, bizimle suç kabul ettirme konusunda girdiği pazarlıkla da anlaşmaya ulaşamayınca, geriye ceza vermek için PKK’yi suç örgütü ilan etmek kaldı. Bunu da ancak hükümet yapabilirdi. İşte 1993 Kasım ayında Alman hükümeti PKK’yi ‘suç örgütü’ sayıp yasaklamasını bunun için yaptı. Hükümet suç örgütü saydı, meclis bu temelde ‘PKK suç örgütüdür!’ diye karar aldı. Düsseldorf davasının yargıçları 93 Kasım’ında parlamentonun aldığı karara dayanarak bana 6 yıl hapis cezası verdi. Oysa ki, beni 88 yılının Nisan ayında tutuklamıştı. 88 Nisan ayında tutuklandığımızda Almanya’nın ‘PKK suç örgütüdür’ diye bir kanunu yoktu. 93’te aldığı kararı, çıkardığı kanunu geriye doğru işletti, bize haksız ve hukuksuz bir biçimde ceza verdiler.

Böylece Düsseldorf davası sonuçlandı. Hükümet, meclis karar aldı, kanun çıkardı. Mahkeme ona göre karar verdi, davayı bitirdi. Bizde 94 baharında zaten tahliye olduk. Bir kaç ay o tartışma süreci içerisinde geçti. Aslında 93 Kasım ayında PKK’nin yasaklanması bu temelde oldu. Başka hiçbir şeye bağlı değildi. Ne Kürdistan’daki mücadeleyle bağlıydı, ne Almanya-Türk ilişkileriyle bağlıydı, ne Almanya’daki mücadeleyle bağlıydı. Bazıları oralarla bağlantılandırıyor. ‘Almanya’da kitle gösterileri oldu, Kürtler mücadele ettiler de ona karşı yasak ilan edildi’ deniliyor. Kesinlikle öyle bir durumla ilişkisi yoktur.

1993 Kasım ayında PKK’nin yasaklanmasının tek nedeni, Düsseldorf davasının karara bağlanıp bitirilebilmesi içindir. Bunun için de 6 yıldır kanunsuz bir biçimde tuttukları insanlara ceza verecek suç bulmaya çalıştılar. Suçu, meclis ‘PKK suç örgütüdür’ diye karar alarak buldu. Başka bir suç bulamadılar. ‘PKK suç örgütüdür, bunlarda PKK’lidir’ diyerek bizi suçlu sayıp ceza verdiler. 93 Kasım ayında söz konusu yasaklama ve PKK’ye suç örgütü kararı böyle gündeme geldi ve bu temelde de pratiğe kondu. Bunun ne kadar adil ve hukuki olduğunun değerlendirmesini kamuoyu yapmalıdır.

Daha sonra üst mahkemeler ceza olarak verilen kararları bozdular. AİHM bozdu. Almanya devletini suçlu buldu. Aslında daha yumuşak davrandı. Daha fazla suçlu bulabilirdi. Çünkü insanları 6 sene rehin tuttular. Herhangi bir suçlamaya dayanmadan, herhangi bir hukuki etkene dayanmadan bizi 6 yıl hapiste tuttular. Bunun adaleti nerede? Demokrasisi nerede? Ama sorun Kürtler olunca hak, hukuk, demokrasi diye bir şey işlemiyor. Kürt sahipsizdir, isteyen Kürde her şeyi yapar, suçsuz da tutarsın, hukuksuz da tutarsın, sonunda pazarlıkta yapmaya kalkarsın. Tam adi bir pazarlıktı. Pazarlık olmazsa en sonunda karar alıp en başta suç işlemiş sayarsın. 93’te ‘suç örgütü’ olduysa peki ben 88 yılı Nisan ayında tutuklandım, 93’te ‘suç örgütü’ olan PKK’den dolayı niye suçlu sayılayım, niye ceza alayım, bu mümkün müdür! Hangi hukuk ve adalette bunun yeri var. Ama ne yazık ki, bütün bunlar oldu, yaşandı. Kimse çok araştırmıyor, incelemiyor, kimse fazla üzerinde durmuyor, ama gerçek ve realite böyledir. Herkesin bunu böyle bilmesi lazım. Neyin ne olduğunun, ne kadar adil ve hukuki olduğunu, biz insanların değerlendirmesine ve vicdanına bırakıyoruz.

* Yarın: PKK ile Almanya ilişkileri

Kaynak: Yeni Özgür Politika

Sonraki Yazı
Şimdi Oynatılan